Hangi dizileri neden izliyorsunuz? Ya da “berbat” olarak nitelendirdiğiniz bir dizide hoşunuza gitmeyen ne oldu? 140 dizi için kendi “izlenebilirlik” kriterlerimi çıkardım, buyrun bir göz atın…
Bir dizinin izlenebilir olması için birinci kural kurgudur benim için. Senaryo çok önemli değildir, bazı istisnalar haricinde tabii. Senaryo nasıl hayata geçirilmiş, sahneler nasıl hazırlanmış, oyuncu kadrosu hikayenin içine nasıl yerleştirilmiş, önce buna bakarım. Konunun uzmanı değilim, ama o kadar çok sinema filmi, o kadar çok TV dizisi izledim ki eleştirel anlamda üç beş laf etme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum. Sözün özü, oyuncular ne kadar iyi olursa olsun, yapım teknolojinin dibine vurmuş olsa, senaryo ağızları açık bırakacak derecede ilgi çekici olsa da yönetmen beceriksizin tekiyse o dizi patlar, arkadaş. Aynen bizim yerli dizilerde olduğu gibi. Hakikaten enteresan hikayelere sahip bazıları ama memlekette yönetmen yok. Korkmayın yerli diziler mevzusuna hiç bulaşmayacağım.
Bir diziye devam etmem için o diziden yeni bir şeyler öğreniyor olmam lazım. Bunların illa ki genel kültür bilgileri olması gerekmiyor. Farklı insanların hayata karşı gösterdikleri farklı tepkiler mesela. Dizinin konusuna göre geçtiği mekan/şehir/ülkedeki bize yabancı olan hayat tarzları; hukuk sistemleri, insanların kültürel yapısı, ahlaki değerleri, çeşitli meslek kollarına özel çalışma şekilleri örneğin. Newsroom’u ele alalım. Televizyonlarda hergün takip ettiğimiz haber programları nasıl hazırlanıyor? Hangi haber neye göre bir diğerinin önüne geçiyor? TV haberciliğinde rating kaygısı ne kadar ön planda? Etik kurallara ne derecede uyuluyor? Rakip kanallarla süregelen rekabet ne ölçüde? İşte Newsroom’u hararetle takip etmemin en önemli sebebi bu. Ülkede ve dünyada nelerin olup bittiğini nereden öğreniyoruz? Büyük ölçüde, televizyon kanallarının haber programlarından. Kamera arkasında nelerin yaşandığını en iyi anlatan yegane yapımdır Newsroom.
Israrla arkasında durduğum bir başka kriter ise hayal gücü. Hayal gücü, fiziksel düzlemde karşılaşmamızın mümkün olmayacağına inandığımız olayları, varlıkları bir şekilde yaratma ve bunları insanların ilgisine sunabilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Tabii bu tanım sadece doğaüstü hikayelerin işlendiği eserlerle ilgili olacaktır. Şartların “farklı” olduğunu ya da alışılmış şartların bir anda değiştiğini varsayarak günlük hayatımızda yaşadığımız durumların değişiklik gösterebileceğini hayal edip, bunu kağıda dökme kabiliyeti olarak başka bir tanım yapmak da mümkün. Zombi konulu dizileri örnek gösterebiliriz. Düşünün, alıştığımız günlük hayatımıza devam ederken bir virüs peyda oluyor ve virüsten etkilenen insanlar diğerlerini canlı canlı yemeye çalışıyor, ne halt edeceğiz? Nereye saklanacağız? Bu pislikle nasıl başa çıkacağız? Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz? Bunları nereden temin edeceğiz? Sıfırdan dünya kurmak gibi bir şey değil mi bu? Tabii sıfırdan dünya kurmak deyince aklıma hemen J.R.R. Tolkien geldi. Adam dünya kurmakla kalmamış, kıtalar yaratmış, üzerlerine yine kendi yarattığı ırkları yerleştirmiş; her birine birer lisan vermiş. Bununla da yetinmemiş, bu lisanların gramerlerini de geliştirmiş. Lord of the Rings’de işlenen iyiyle kötünün savaşını bir yana bırakın, her ırkın yemek yeme alışkanlığı, ahlak anlayışı bile özenle biçimlenmiş, sayfalara dökülmüş.
Ama bazı yapımlar vardır ki, oyuncu kadrosu her şeyin üzerine çıkar. Şunu da biliriz, iyi bir oyuncu kötü bir yapımda yer almaz! Eva Green’in (Penny Dreadful), Kevin Spacy’nin (House of Cards) oynadığı dizi kötü olabilir mi?
İyi veya kötü, bazı oyuncuları severiz. Hangi dizide, filmde oynuyorsa oturur izleriz. Örneğin Sean Bean’i enteresan bir şekilde yakın buluyorum kendime. İyi bir oyuncu mu, tartışılır. Kılıç da kuşansa (LotR – Game of Thrones), gizli devlet ajanı da olsa (Legends) yüzünde aynı ifadeyle çıkar karşımıza. Seviyorum herifi, yapacak bir şey yok.
Bir de psikopat senaryolar var tabii. Bazı hastalıklı zihinlerin kurduğu çok acayip, inanılası olmayan dünyalar. Buna en güzel örnek Misfits olsa gerek. Garip bir fırtına kopuyor ve bu fırtınadan etkilenen bazı insanlar olağanüstü ve bir o kadar da saçma yeteneklere sahip olup çıkıyor. Orta okul terk bir kızın bir anda “roket mühendisi” yeteneğine sahip olduğu, bir başkasının istediğinde görünmez olabildiği; duvarlardan geçebilenleri, uçabilenleri, şekil değiştirebilenleri ve hatta ölümsüz olabilenleri içinde barındıran bir dünyaya uyandığınızı düşünün. İşin enteresan tarafı süper yeteneklere sahip olan bu insanlar o kadar cahil, gerizekalı ve vurdumduymaz ki ne yeteneklerini adam gibi kullanabiliyorlar ne de bu yeteneklerle yaşayabiliyorlar. Dizi ilerledikçe insanların neden özellikle bu yeteneklere sahip olduğunu da öğreniyorsunuz. Hepsinin kendine göre gerekçeleri var, geçmişlerinde yaşamak durumunda kaldıkları travmaları var. Misfits’in senaristi ve yaratıcısı Howard Overman’ın normal bir insan olmadığına inanıyorum.
Bir diziyi izlemeye devam etmem için kendimce yarattığım kıstaslardan biri de yapımdaki karakterlere kendimi yakın hissetmem gerektiği. Örneğin, The Mentalist’de Simon Baker’ın canlandırdığı Patrick Jane karakterini çok sevdim. Basit bir polisiye olarak değerlendirilebilecek The Mentalist’i Jane karakteri için izliyorum desem yalan olmaz. Biraz melankolik, patavatsız, zeki, vurdumduymaz, saygısız, ukala bir kişiliğe sahip olan Jane bir şekilde bağladı beni diziye.
Üşenmedim, bugüne kadar izlediğim tamı tamına 140 diziyi alfabetik sırayla listeledim. Hangilerini hala takip ediyorum, hangilerini yarıda bıraktım, bir iki kelimelik gerekçeleriyle birlikte sıraladım ve puanladım. Bir yazı dizisi kıvamında, her bölümde 10ar diziye yer vereceğim.
24 – İlk üç sezonunu ve sonuncusu Live Another Day’i izledim. Kiefer Sutherland’i seviyorum. Aksiyonu ve gerilimi çok iyi kurguluyor yapım ekibi. Dizinin gerçek zamanlı yürüyor olması da başka bir heyecan katıyor. Puanım: 7.0.
According to Jim – Bu dizi ne alaka diyebilirsiniz. Jim Belushi’nin hastasıyım. İyi bir oturum komedisi. Amerikan aile yapısını harika bir şekilde eleştiriyor. Puanım: 7.0.
Agents of S.H.I.E.L.D. – Bu diziye beni bağlayan yegane unsur Avengers serisi ile birlikte yürüyor olması. Oyuncu performansları vasatın üzerine çıkamıyor. Bilim-kurgu öğeleri deseniz, çok da ilgi çekici değil ama bir şekilde izlemeye devam ediyorum. Puanım: 6.0.
Alcatraz – Konu fena değil aslında. 1963 yılında San Francisco’nun o meşhur Alcatraz hapisanesinin mahkumları ve gardiyanları bir anda yok olur. Bu elemanlar günümüzde ortaya çıkmaya başlarlar ve gizli bir hükümet birimi de onların peşine düşer. Dizide, Lost’un sevimli Hurley’si Jorge Garcia’nın da oynadığını öğrendiğimde düşünmeden üzerine atlamıştım ama 4-5 bölüm dayanabildim. Dizi de zaten bir sezonda nalları dikti. Kurgu kötüydü, oyuncular iyi olmasına rağmen sanki “bitse de eve gitsek” havasında bir performans sergiliyordu. Berbat bir diziydi anlayacağınız. Puanım: 4.0
Almost Human – Polislerin Android partnerlerle beraber çalıştıkları gelecekteki bir zamanda geçen dizinin konusu fena değil. Futuristik senaryoları seviyorum. Karl Urban da sevdiğim oyunculardan biri. Ama yine de hayal gücü öğesinin ön plana çıktığı bu yapıma 6.5 puandan fazla veresim de yok.
American Horror Story – Çok acayip bir dizi. O kadar acayip ki izleyesim yok! Jessica Lange ve Kathy Bates gibi oyuncuların yer aldığı bir dizi izlenmez mi? 4. sezonu Aralık ayı içinde son bulacak, 5. sezonun ise startı verilmiş ama ben hala elimi süremedim. Süremedim derken, hiç izlemedim değil. 4 sezonun da bazı bölümlerine göz attım ama bir şey tutuyor beni. Vardır bir hayrı. Tabii ki izlemediğim diziye puan falan vermeyeceğim ama IMDb takipçilerinin puanlamasını paylaşmadan geçmeyeyim: 8.4.
Angel – Buffy the Vampire Slayer dizisinin bir ‘spinoff’u olan Angel, döneminin en önemli dizilerinden biriydi. 1999 yapımı dizinin esas oğlanı Angel (David Boreanaz), yakışıklı, karizmatik ve kan revan peşinde koşmayan, sadece hayvan kanıyla beslenen bir abimizdi. “Buffy” öyle tuttu ki yapımcıları hemen dizinin bir ‘spinoff’unu yapıp, Buffy’e paralel olarak yürütmeye karar verdiler. Çok da başarılı oldular. Angel, bir vampir avcısı olan Buffy’nin platonik aşkıydı. Dizide çok nadir görünüyordu ama herifin karizması sanki Buffy’i biraz geri plana itiyordu. Dolayısıyla yapımcılar için Angel’i başka bir şehre taşımak ve onun kendi hikayesi için farklı bir kanal açmak reklam gelirleri açısından hem Buffy’nin hem de Angel’ın hayrına olacaktı ve öyle de oldu. Angel, 8.0 puanı fazlasıyla hakediyor.
Arrested Development – Muhteşem bir kadroya sahip, muhteşem bir komedi. Senaryosu zekice yazılmış, karakterler harika bir şekilde oluşturulmuş ve kurgulanmış bir yapım. Babaları hapse düşünce karmakarışık koca bir aileyi idare etmeye çalışan Michael Bluth’u canlandıran Jason Bateman çok iyi bir performans sergiliyor. Bir haftasonunuzu bu, her bölümü 22 dakika olan diziye verebilirsiniz, pişman kalmayacağınızdan emin olun. Puanım: 8.50
Arrow – Ah Arrow ah! Tam bırakacağım, tam “yeter bu kadar saçmalık” diyorum pat bir şey oluyor, hadi bir sonraki bölümü bekle… Valla hiç başlamayanlar başlamasın. Berbat bir dizi. Ne konusu, ne senaryosu, ne kurgusu, ne oyunculuk performansları beş para etmez. Galiba süper kahraman sevgisi var bende ki izlemeye devam ediyorum. 5.0 puandan bir kuruş fazla alamaz benden.
Atlantis – Babasının izinden taa kayıp kıta Atlantis’e kadar giden Jason ve Atlantis’de edindiği arkadaşlarının başından geçen olayların işlendiği bu dizi de “severek” takip ettiklerimden bir başkası. Neredeyse tamamı stüdyo şartlarında çekilen diziye IMDb takipçileri 6.6 puanı layık görmüş ki bu rakam bir dizi için gerçekten de düşük bir rakamdır. Haksız sayılmazlar, dizide kullanılan dekor ve kostümler bizim Kapalı Çarşı’dan çıkmış gibi. Dövüş sahnelerinin yalan olduğu o kadar aşikar ki. Mantık hatalarından illallah diyorsunuz. Ama seviyorum bu diziyi ben! Neden? Karakterler çok sevimli! Tarihi(!) bir yapım olması gerekirken, komedi unsuru daha fazla ön planda ama bu da rahatsız etmiyor beni. Dizide kendince sosyal mesajlar verilmeye çalışılıyor çok manasız bir şekilde: “sevgi her şeyden üstündür” misali. Sorun sizde değil, bende. Puanım 5.0 ama izlemeye devam!