Sevgili Multiplayergiller, TV dizileri serimizin bugünkü bölümünde bu sene itibariyle yayın hayatına başlayan bazı dizileri de dahil ederek devam ediyoruz. Daha önceki bölümleri inceleyen okurlarımızın bildiği üzere en az 3-4 bölümünü izlediğim yapımlar hakkında birkaç cümlelik yorumlar yapıyorum, kendimce puanlar veriyorum.
Şunu belirtmekte yarar var, liste ve listedeki dizilerle ilgili yorumlar tamamen bana aittir; bazılarını yerin dibine soktuğum ya da göklere yücelttiğim yorumlardan Multiplayer sorumlu değildir. İlk başta alfabetik olarak hazırladığım listeye yeni başlayan dizileri serpiştirmeye özen gösteriyorum. Hadi bakalım, bugün hangi yabancı yapımlar oltamıza takılmış, beraberce inceleyelim.
American Crime – Pilot bölümü 16 Mart 2015’de ABC’de yayımlanan dizide başrolleri Leverage’ın yıldızı Timothy Hutton ve Desperate Housewives’ın Lynette’i Felicity Huffman paylaşıyor. American Crime’ın sadece ilk iki bölümünü izlememe rağmen dizinin beni yakaladığını rahatlıkla söyleyebilirim. Timothy Hutton zaten hayranı olduğum bir oyuncudur; Felicity Huffman’la birlikte dehşet bir performans sergiliyorlar. Yıllar önce boşanmış orta yaşlı bir çift, oğullarının öldürüldüğü ve gelinlerinin de tecavüze uğramış ve feci şekilde dövülmüş bir halde yoğun bakıma kaldırıldığı haberini alıyor. Dünürleri de aynı haberle apar topar hastaneye koşuyor. Diğer yandan polis de olayla ilgili bazı şüphelileri gözaltına alıyor. Amerika Birleşik Devletlerinin kanaması bir türlü dindirilemeyen yarası ırkçılık ve uyuşturucu bağımlılığı olgularının ön plana alındığı yapım, aynı zamanda ciddi bir aile draması şeklinde senaryolaştırılmış. “Flashback” sahneleri ve uyuşturucu etkisi altındaki karakterlerin yaşadıkları halüsinasyon sahneleri müthiş. Bütün bu detaylara rağmen yavaş ve durağan bir yapım olduğu söylenemez. Karakter yaratımları ve seçimlerini çok başarılı buldum. İzleyin, derim.
Banished – Banished’in ilk bölümü 5 Mart’da televizyon ekranlarına geldi. Bilindiği gibi Avustralya ve çevresindeki adalarda yaşayan Avrupa kökenli nüfus, 18. yüzyılda İngiltere İmparatorluğunun bazı suçluları gönderdiği sürgün kolonisindeki vatandaşların torunlarıdır. Banished (sürgün edilmiş) de bu sürgün uygulamasının ilk dönemini anlatan bir BBC yapımı. Bu tarz tarihi çalışmalara oldum olası bayılırım. Çok gerçekçi, konu edilen çağın insani, kültürel ve sosyal yapısını çok iyi işleyen bir dizi olmuş. Kurgusu müthiş. Oyuncuların performansları ileri seviyede. Benim en çok ilgimi çeken detay ise, kötü adam olarak karşımıza çıkan karakterlerin bu tarz yapımlarda sıkça karşılaştığımız kötü adam tipleme kalıplarının fazlasıyla dışında çıkıyor olması oldu. Kötü adamların, kötü adam olamalarının arkasında büyük travmalar yatmakta. Bu da ilk etapta gıcık olduğumuz karakterleri daha iyi tahlil edip duygusal yakınlık sağlamamızı sağlıyor. Game of Thrones’un “The Hound”unu canlandıran Rory McCann’ın da yer aldığı dizide İngiliz Being Human’ın yıldızı Russell Tovey de önemli rollerden birini oynuyor. Banished’i çok sevdim, şiddetle tavsiye ediyorum.
Allegiance – Dizi, The Americans’ın günümüzde geçen bir versiyonu görünümünde; Amerikan toplumunun içine sızmış, Rus istihbaratı hesabına çalışan bir aile. Ama bu sefer nasıl olduysa, bu ailenin oğlu CIA’de analist olarak çalışmaya başlıyor. Oğlan, tabii ki anne babasının birer Rus ajanı olduğundan habersiz. Bunu öğrenen Rus istihbaratı, “oğlunuzu bizim hesabımıza çalışmaya ikna edin yoksa…” şeklinde aileye baskı uygulamaya başlıyor ve olaylar olaylar. Konu fena olmasa da senaryo bana biraz yavan geldi. Yavan bir senaryoyu da ayağa kaldıracak kabiliyette bir oyuncu kadrosu olmadığı için berbat bir yapım çıkmış ortaya. Buraya iki satır bir şeyler yazmak amacıyla başlasam da diziye, dayanamadım, aynen kapının yolunu gösterdim. Şiddetle tavsiye etmiyorum!
Bosch – Ünlü polisiye romancısı Michael Connelly’nin aynı adlı dedektiflik kitap serisinden televizyon uyarlaması bir dizi Bosch. Baş karakterimiz Bosch (Titus Welliver) bir yandan bir cinayet soruşturmasını koştururken diğer yandan da hakkında açılmış bir davayla uğraşmaktadır. 3 bölümünü izledim ve açıkçası pek sarmadı. Dram unsuru, polisiye ve aksiyon temelli bir dizide olması gerekenden fazlaca göze bakmakta. İtiraf etmek gerekirse, ikinci, üçüncü rollerde görmeye alıştığım Titus Welliver, Bosch gibi ağır bir rolü kaldıramamış gibi geldi bana; bilemiyorum, sevemedim. Ama izlemeyin demiyorum; polisiye seviyorsanız senaryosu da hikayesi de kurgusu da hiç kötü değil.
Dig – Tam benim tarzım bir dizi. Bol gizem, bol spiritüel ritüel, İlluminati benzeri gizli örgütler, tarihi değeri paha biçilmez obje kaçakçılıkları, gece karanlığında dar sokaklarda kovalamacalar, asırlar öncesine dayanan komplolar… Mel Gibson’ın The Patriot (Vatansever) filminde acımasız bir İngiliz albayını canlandıran ve filmi izleyen herkesin nefretini kazanan Jason Isaacs’i bu sefer, İsrail’de genç bir arkeologun gizemli ölümünü araştıran bir FBI ajanı rolünde izliyoruz. Paragrafın başında da değindiğim gibi gizli bir örgüt var ve bu örgüt 2000 yıllık bir takım değerli taşların peşinde. Dizide ayrıca aşırı dindar genç bir Yahudi, kızıl renkte bir buzağı, Bar Mitzva’sı (Yahudilik’te 13 yaş töreni) yapılan bir çocuk, farklı ülkelerden bir sürü casus, Kudüs’ün dar sokakları, bir kazı alanı, bol rahip, rahibe, haham, kilise, cami, sinagog, tabanca, tüfek, bomba… Bunca kalabalığa rağmen izleyicinin kafasını çok da karıştırmayan akıllıca yapılandırılmış bir kurgu. Aksiyonu bol bir dizi, sıkılmadan takip edilebilir. Az daha unutuyordum, Dig’in baş yapımcıları Homeland ve Heroes’un da yapımcıları. İzleyin bence…
Eye Candy – Bu diziyi ilk farkettiğimde her zaman olduğu gibi önce IMDb’den konusuna ve oyuncularına baktım. Madem Multiplayer’da dizi yazıları yazıyordum, bu diziyi de izlemeliydim. Yok, olmadı! İnanın ilk sahnede bastım “stop” düğmesine. Dolayısıyla, bu yapım hakkında hiçbir şey yazacak durumda değilim. Bu IMDb linkinden kadroya bir bakın, diziyi direkt olarak es geçmeniz için yeterli olacaktır: dizi kadrosu değil, sanki Ralph Lauren defilesine çıkacak mankenlerin toplu gösterimi!
iZombie – Gençlik, zombi, polisiye, komedi, dram, hepsi bu dizide! Geçenlerde Twitter’da bir arkadaş yazmış, “iZombie tam bir ergen dizisi!” O kadar doğru bir saptama ki. İnsanı zombilerden soğutur. Şimdi diyeceksiniz ki zombilerin neresine ısınacağız? Öyle değil. Zombilerin de kendilerine göre bir karizmaları, bir duruşları vardır. Sevimsizdirler. Duygusuzdurlar. Ne severler, ne nefret ederler. Poker suratlı, istikrarlıdırlar. Ne istediklerini bilirler ve o yönde ilerlemeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. Kafalarını parçalamadığınız müddetçe durmazlar, durdurulamazlar. Kurgusal doğaüstü yaratıkları içinde en sevdiklerim zombilerdir. “I am a zombie lover!” Süper t-shirt sloganı oldu, kabul edin. Bu kadar güzelleme yeter. Berbat bir dizi; izlemeyin, izlettirmeyin.
The Last Man on Earth – Adından da anlaşılacağı gibi bir felaket sonucu dünya üzerinden insan ırkı silinivermiş. Bir tek bizim Phil Miller (Will Forte) kalmış! Anlaşılana göre bu duruma neden olan bir virüs olmuş. Ama nasıl bir virüsse artık, geride ceset falan da bırakmamış. Phil Miller, felaketten önce bankacılık yapan, iyi bir adam olarak değerlendirebileceğimiz bir arkadaşımız. Ha bu arada dizi komedi, arkadaşlar, yanlış anlaşılmasın. Dünyada yalnız başına kalan biri ne yapar? Atlar bir arabaya şehir şehir dolaşır, başka hayatta kalan var mı araştırır durur. Bir yandan da koca bir dünyada yalnız kalmanın keyfini çıkarmaya çalışır. Bizim Phil de böyle yapıyor. The Last Man on Earth, 30 dakikalık sevimli bir komedi. Keyifle izleyebilirsiniz; bana güvenin.
Bu haftaki bölümümüzde 2015’de yayın hayatına başlayan 8 diziye yer verdim. O benim 150 küsürlik dizi listeme diğer bölümlerimizde devam edeceğim.
Keyifle kalın…