“Hangi diziler neden izlenir – izlendi” yazı dizimizin bugünkü bölümünde 10 diziye daha kısaca değineceğiz.
“Hangi dizileri neden izliyorsunuz? Ya da “berbat” olarak nitelendirdiğiniz bir dizide hoşunuza gitmeyen ne oldu? 140 küsür dizi için kendi “izlenebilirlik” kriterlerimi çıkardım, buyrun bir göz atın…” diye başlamıştım söze ve kendimce bir TV yapımının izlenebilirlik kriterlerini ortaya koymuştum. Kurgunun öneminden girip, senaryo o kadar da iyi olmamasına rağmen oyuncu kadrosunda bulunan abilerin, ablaların bir diziyi izlenebilir kılabileceğinden dem vurmuştum. Dizi bana daha önceden bilmediğim, duymadığım bir şeyler öğretmeliydi. Hayal gücünün sihrini patlatmalıydı, psikopat senaryolarla ağzımızı bir karış açık bırakmalıydı. Psikopat senaryo deyince Predestination’ı izlemediyseniz izleyin derim. Benjamin Button’dan beri izlediğim en uçuk senaryoya sahip.
Aynen bir önceki bölümde olduğu gibi 10 diziye yer vereceğim serinin bugünkü bölümüde de kısa cümlelerle yine on dizi hakkında bir kaç kelam ettim. Hatırlatmakta yarar var, sıralamam alfabetik sırayladır. Hadi bakalım buyurunuz…
Constantine – DC Comics’in Hellblazer adlı grafik roman serisinde yer alan doğaüstü olaylar uzmanı, iblis avcısı ve karanlık sanatlar ustası bir karakter olan Constantine’in bu TV uyarlaması Supernatural’ın kötü bir kopyası gibi. Mantık hatalarıyla dolu. Oyunculuklar çok amatör. IMDb takipçileri ortalama 7.6 gibi, diziler için düşük sayılabilecek bir puan vermiş. Benim puanım 5.0! Genel olarak baktığımızda çizgi roman uyarlaması diziler, aynı evrenlerde geçen filmlerin verdiği tadı yakalayamıyor. Bunun nedeni sinema teknolojilerinin dizilere aynı ölçüde yansıtılamaması olabilir. Maddi olarak mümkün olmadığını tahmin edebiliyorum. Buraya kadar eyvallah da senaryo da mı yazamıyorsunuz be kardeşim? Duvarlardan “tık tık diye ses geliyor” da ne demek yahu? Bu mudur yani? Neyse… Constantine’i hiç sevmedim arkadaşlar. Siz ne dersiniz bilmem? Ha bu arada unutmadan, Constantine karakterini canlandıran Matt Ryan aynı zamanda A/C Black Flag’de Edward Kenway’i seslendiren eleman.
Continuum – Premiyer’i 2012’de yapılan ve bu yıl içinde belli olmayan bir tarihte 4. sezonuna başlayacak Continuum, sci-fi severlerin fındık fıstık eşliğinde, çok da fazla kafa yormadan izleyebilecekleri sıradan bir bilim kurgu. 3-5 bölüm sonra bıraktım ben. Rachel Nichols hayranıysanız kaçırmayın derim. Sığ bir senaryo, vasat oyunculuklar, aceleye getirilmiş gibi duran reji… Puanım 6.0.
Coupling – “Ben komedi izlemem” diyenlere, “Coupling izlememişsin anlaşılan” cevabı niteliğinde 2000 yapımı bir İngiliz komedisi. 6 yakın arkadaşın birbirleriyle olan ilişkilerini işleyen bu yapım, gülmekten koltuktan düşmeyi garanti ediyor; düşmüşlüğüm var, oradan biliyorum. Karakterler ayrı ayrı felaket komik. İnanılmaz zekice yazılmış senaryo. O kadar zekice ki dizide zekayla ilgili hiçbir şey yok! Var olan yegane şey, modern insanın aslında zihin olarak bir türlü modernleşemediği. Diğer yandan modernitenin yozlaşmayla aynı çizgide gittiğini bu kadar net olarak anlatabilen ender yapımlardan Coupling. Adından da anlaşılacağı üzere (Coupling – Çiftleşme, Eşleşme) genel olarak cinsellik, kadın erkek ilişkileri üzerine yapılandırılmış dizi, yozlaşmış modern toplumun sığ felsefesini bir tokat gibi suratımıza vuruyor. Yapımdaki karakterlerle benzeştiğimizi farkediyoruz sıkça ve arsız olmayanlarımızın yüzü kızarıyor; ama attığımız kahkahalar neticesinde nefesimizi düzenlemeye çalışırken bu ne kadar umurumuzda oluyor, tartışılır. Örneğin şöyle bir diyalog geçiyor iki karakter arasında: Nispeten daha aklı başında bir kadın olan Sally, beyni yerine cinsel organıyla düşünen Patrick’e ‘bir kadınla olabilecek platonik arkadaşlığı’ anlatmaya çalışıyor, kendince adamın anlayacağı dilden; Sally: “Birlikte dışarı çıkıp da sonra yatağa atmaya çalışmayacağın insanlara ne denir?” Patrick: “Erkek.” Şimdi kendimize bir soralım, bakalım; kaçımız Patrick gibi bir zihin yapısında değil? Bulun, buluşturun bu diziyi izleyin. 9.5.
Covert Affairs – Klasik bir CIA dizisi. Çiçeği burnunda seksi CIA ajanı Annie Walker yeni bir departmana atanır ve görme engelli bir teknik uzmanın rehberliği altında görevine başlar. Olaylar, olaylar… Yapımdaki en enteresan detay, kör bir adamın espiyonaj teknolojisi konusunda deha seviyesindeki yetenekleri, başka da kayda değer bir şey yok. Sıradan oyunculuklar, zorlama dövüş sahneleri, sığ bir senaryo, bol Amerikan propagandası vs. Covert Affairs’i anlatacak başka kelime bulamıyorum. Boş vakitlerinizde takılabileceğiniz bir dizi, o kadar. Puanım 6.0.
Crisis – 2014 Mart’ında başlayıp Haziran’ında bitti, ikinci sezon için herhangi bir hareket yok anlayacağınız. 4 ya da 5 bölüm izledim ve fazla kastırmadan bıraktım gitti. Terörist bir grup, üst düzey devlet görevlilerinin ve milyarder iş adamlarının/kadınlarının çocuklarının devam ettiği sosyetik lisenin düzenlediği bir okul gezisine operasyon düzenler ve bir otobüs dolusu çocuğu kaçırır. Gillian Anderson (X-Files, The Fall) için izlemeyi “denedim” ama başarılı olamadım. Onca aksiyon sahnesi olan bir yapımın bu kadar heyecandan uzak olması çok acı. İnsan birkaç sahne olsun gerilim istiyor, ama yok. Hikaye enteresan, gerçekten çok enteresan. Terörist grup, kaçırdığı çocukların ailelerine gizlice ulaşıp, “bizim için şunu yaparsan evladını sağ salim bırakırız, yoksa ölür” gibi bir yaklaşımda bulunuyor ve ebeveyinler de adamların istediklerini eksiksiz yerine getiriyor. Tabii bu durum, krizi yönetmeye çalışan polis, FBI, Secret Service, gibi kurumların çabalarını sabote ediyor. Ama senaryo çok kötü be kardeşim. Casting çok zayıf bir kere. Karakterler, oyuncularla uyuşmamış gibi hissettim. 6.0 puanı bile zor verdim, gerisini siz düşünün.
Crossbones – Bir John Malkovich dizisi! Karasakal (Blackbeard) efsanesini ele alan bir yapım. 1700’lü yıllarda okyanuslar kurukafa ve çapraz kemiklerin işlendiği siyah bayrakların hükmü altındadır. Senaryo her ne kadar meşhur korsan Karasakal’ın bir belgeseli gibi yazılmış olsa da bana göre harika bir korsan hikayesi olarak yansıtılmış beyaz cama. 9 bölüm, bu güzel öyküyü anlatmak için yeterli olmuş mu, sanmam. Yapımcılar, bu harika diziyi neden bu kadar kısa sürede yayından aldılar, aklım almıyor. Yanlış olan ne vardı, bilemedim. IMDb puanı da (6.6) manasız bir şekilde bodur kalmış. Demek ki ben bilmiyorum bu işleri. Malkovich’in oyunculuğu tartışılmaz, diğer karakterler de yerli yerinde. Sinematografi gayet kararında, ne abartılı ne yavan. Şiddetle tavsiye ettiğim bir diğer yapım bu benim. Ciddi anlamda canımı sıktı bu durum. Saçma sapan casus hikayelerine, ucuz komedilere, Amerikan bayrağını göklerden indirmeyen dizilere verilen onca puan neden Crossbones’dan esirgenmiş, aklım almıyor. Puanım aslanlar gibi 9.0.
Da Vinci’s Demons – Hit dizilerimden biri de bu. Rönesans’ın ilk yıllarında Floransa’da yaşayan 25 yaşındaki dahi Leonardo Da Vinci’nin bilinmeyen hikayesinin anlatıldığı dizi tam anlamıyla bir TV harikası. Bir dizide ne arıyorsanız hemen hepsi mevcut; aşk, macera, gerilim, bilim, teknoloji, sanat, tarih, seks, hayal gücü, sosyoloji, din, efsaneler, hurafeler, doğaüstü olaylar, gizem… Müthiş bir senaryosu var. Dönemin Avrupa’sını olduğu gibi yansıtıyor. Şehir devletlerinin birbiriyle olan çekişmelerine, Vatikan’ın Avrupa’ya hükmetme çabalarına, doğudaki büyük tehlike, Osmanlı İmparatorluğu’na ve hatta Osmanlı sarayının iç çekişmelerine bile yüzeysel de olsa cesurca değinilmiş. Dizinin her hangi bir bölümünde yine o döneme damgasını vurmuş önemli bir şahsiyetle burun buruna gelebiliyorsunuz. 15. yüzyıla ait hiç bir detay atlanmamış gibi. Da Vinci’nin günümüze kadar gelen icatlarının, sanat eserlerinin ne koşullarda hayata geçirildiğine tanık oluyorsunuz. Bilmin ve sanatın her dalına el atmaktan geri durmamış bu dahinin bilinmeyen yanlarını, aşklarını, tutkularını izleme şansına sahip oluyorsunuz. Tabii ki bütün bu anlatılanların büyük kısmı, üstat David S. Goyer’in kurgusundan ibaret ama yine de, belki de dünya tarihi boyunca insanlığa en çok faydası dokunan bir kişinin, sadece okuma yazması olanların bile adını ezbere bildiği bir dehanın özel yaşamına ulaştığınızı hissediyorsunuz. Oyunculuk performansları da ileri seviyede. Kostüm ve dekorlar müthiş. 9.0 puanımı veriyor ve devam ediyorum…
Defiance – Dizinin en önemli özelliği, tarihte ilk defa bir TV dizisiyle bir video oyunun eşzamanlı olarak aynı evreni kullanarak birlikte süregelmesi. Oyunu hiç oynamadım ama diziyi sevdim. Karakterleri bayıldım öncelikle. Çok akıllıca yapılandırılmışlar; casting şahane. Bir tane bile canlandırdığı karaktere uyum sağlamayan oyuncu yok. Diğer yandan bir yapımda aradığım özelliklerin başında gelen hayal gücünün dibine vurulmuş. Tolkien kadar olmasa da uzaylı ırkların çeşitliliği ve her birine ait lisanların yaratımı inanılmaz bir iş diye düşünüyorum. Yapımda canımı sıkan en önemli unsur aksiyon sahnelerinin biraz fazla amatör işi olması ve CGI’ların (Computer-generated imagery – bilgisayar ürünü görüntü) barizliği. Tahminimce oyunla eşzamanlı yürüdüğü için de senaryo biraz güdük kalmış. Irisa karakterine (Stephanie Leonidas) bitmiş haldeyim. Bir kadın bu kadar çirkin olup da nasıl bu kadar seksi olabilir? Sonuç olarak, bilim kurgu seviyorsanız, dizilerle de aranız iyiyse sıkılmadan izleyebileceğiniz bir yapım. 7.0 puan veriyorum.
Dexter – Ailenizin seri katili. Anne-baba adaylarının korkulu rüyası. Soluksuz geçen tamı tamına 8 sezon ve muhteşem bir final! Final konusunda itirazlarınız olabilir, 8 sene sonunda daha şaşalı bir bitiriş beklentisine girmiş olabilirsiniz; ama Dexter hiçbir zaman izleyiciyi beklentilere sokacak kadar iddialı bir karakter olmadı. Tamam, bir yakın dövüş ustasıydı ama bunu hiçbir zaman öne çıkarıp uçan tekme işine girmedi. Büyük sansasyonlara imza atmak istemedi (memleketin yarısını poşetledi ama kendine göre bir bildiği vardı). Kimseye yaranmak gibi bir ihtiyacı da yoktu. Onun tek derdi engelleyemediği can alma güdüsünü en “munis” yolla tatmin etmekti. Hatta ve hatta “hayırlı evlat” olma konusunda madalya bile alabilirdi böyle bir kategoride yarışma açılsaydı. Hayatım boyunca 500’e yakın diziye en azından şöyle bir göz atmışımdır; Dexter ilk 5’tedir benim için. Fazla da konuşmaya gerek yok. Yıldızlı 10.0.
Doctor Who – Doctor Who diyince aklıma ilk olarak Multiplayer editörlerinden sevgili Ege Sağın gelir, nam-ı diğer Fare Düşmanı. “Bu ne biçim dizi, bildiğin çocuklara anlatılan uykudan önce çocuk masalları gibi,” dediğimde yüksek sesle itiraz etmiştir. 3-5 bölüm izlemişliğim vardır ama hiçbir tarafı sarmadı beni. Çok eski hikayedir, BBC’de ilk olarak 1963 yılında ekranlara gelmiştir. Çocukken de sevmemiştim, şimdi de sevmiyorum. Onun için bu diziyle ilgili bir iki kelam etmeyi Ege’ye bırakmalı diyorum ve hepinize bol keyifli günler diliyorum.