Bu yazı dizisi için ilk etapta 140 TV yapımı belirlemiştim işe başlarken ve alfabetik sıraya dizmiştim. İlerledikçe bazı dizileri listeden çıkarmam gerektiğini düşünmeye başladım. Zaman kaybı olacaktı çünkü. Ne ben yazmaktan keyif alacaktım ne de siz okumaktan. Bu arada gözümden kaçan, nasıl olduysa araya kaynamış sıkı dizilere de rastlıyorum. Bunlardan biri Broadchurch. Alfabetik sıralamayı bozacak ama Broadchurch atlanacak bir yapım değil. Bugün onunla başlayacak ve arkasından da kaldığım yerden devame edeceğim.
“Hangi dizileri neden izliyorsunuz? Ya da ‘berbat’ olarak nitelendirdiğiniz bir dizide hoşunuza gitmeyen ne oldu? 140 küsür dizi için kendi ‘izlenebilirlik’ kriterlerimi çıkardım, buyrun bir göz atın…” diye başlamıştım söze ve kendimce bir TV yapımının izlenebilirlik kriterlerini ortaya koymuştum. Kurgunun öneminden girip, senaryo o kadar da iyi olmamasına rağmen oyuncu kadrosunda bulunan abilerin, ablaların bir diziyi izlenebilir kılabileceğinden dem vurmuştum. Dizi bana daha önceden bilmediğim, duymadığım bir şeyler öğretmeliydi. Hayal gücünün sihrini patlatmalıydı, psikopat senaryolarla ağzımızı bir karış açık bırakmalıydı.
Aynen bir önceki bölümde olduğu gibi 10 diziye yer vereceğim serinin bugünkü bölümüde ve kısa cümlelerle yine bu on dizi hakkında bir kaç kelam edeceğim. Hadi bakalım buyurunuz…
Broadchurch – Broadchurch’ün ilk sezonu 8 bölümden oluşuyor. 2013 yılında sekiz haftada yayınlandı ve bitti. Entersandır, tahminimce ikinci sezonu çekmek için epey bir kafa patlatmış olmalı ki yapıcıları, neredeyse iki sene beklemişler. İkinci sezon 5 Ocak’da hayranlarının beğenisine yeniden sunuldu. Neden bu kadar beklediler, akıllarında ne vardı bilmiyorum. The Killing’i bilirsiniz – bilmiyorsanız da “T” harfine kadar beklemek zorundasınız – aynen o tarz cinayet konulu bir dizi. İngiltere’de küçük bir sahil kasabasında 11 yaşında bir erkek çocuğunun cesedi bulunuyor. Kasaba halkı, polis müdürlüğü haldır huldur katili arıyorlar. Kapalı bir toplum ve cinayeti çözmek için elinde ne varsa kullanan iki polis müfettişi. Britanya sinemasına ve tabii ki TV yapımlarına hayranım. Hollywood’dan en az bir gömlek üstünler diye düşünüyorum. Adamlar ellerindeki kısıtlı bütçelerle inanılmaz iyi işler çıkarıyor. Broadchurch sonradan, hatta geçen hafta tesadüfen keşfettiğim bir dizi. İlk sezonun 8 bölümünü iki günde hallettim. İkinci sezonun da yayımlanan iki bölümünü bir yudumda içip bitirdim. Hikaye çok sık başvurulan bir polisiye konusu olsa da kurgusu ve oyuncuların üstün performansları sonucu daha ilk bölümde yakanızdan yakalayıveriyor. Katili bulma konusunda bol bol yönetmenin hileleriyle karşılaşıyorsunuz. “Aha işte katil bu” dediğiniz anda yakaladığınız bir datey tezinizi anında çürütüveriyor. İki dakika sonra o tezi çöp kutusundan almak zorunda da kalabiliyorsunuz. İşte bu kurgu ve rejinin gücüdür. Neyse fazla ‘spoiler’a girmeden puanımı vereyim: 8.0.
Dominion – Tanrı meleklere sırt çevirir; melekler de bunun suçunu insanlardan bilir ve onlara karşı savaş açarlar. Enretesan bir hikaye, kabul etmeliyim bunu. Ama bu maalesef bir diziyi can kulağıyla ve gözüyle izlemek için hiç de yeterli değil. Başrol, bir figüran niteliğinin üzerine çıkamıyor, çekimler bitse de eve gidip yatsam edasıyla işini yapıyorsa, izleyici 30 saniye sonra ne olacağını yüzde yüze varan bir kesinlikle kestirebiliyorsa, dövüş sahneleri, 5 yaşındaki kardeşinizi eğlendirmek için itişip kakışırken yediğiniz o minyatür yumruğun şiddetiyle(!) odanın diğer tarafına uçtuğunuzdaki gerçekliğin kıvamındaysa o diziyi izlemenin kimseye bir faydası yoktur. Kosümler ve dekor ise Dünyayı Kurtaran Adam’ınkilerin bir tık ilerisinde, o kadar. Meleklerin kanatları müthiş ama, hakkını vermek lazım. Fazla uzatmadan 5.0 veriyor ve geçiyorum.
Elementary – Lucy Liu! Seneler boyunca kız arkadaşlarımı “Lucy’nin bir hareketiyle seni terkedebilirim” diyerek sinir ettiğim ilahemdir kendisi. Filimlerinin hemen hepsini izlemişimdir. İşte bu motivasyonla başladım Elementary’yi izemeye ama maalesef kocaman bir hayal kırıklığı. Cinayetleri şıp diye çözen süper zeka bir dedektif. Hikaye bildiğimiz Sherlock Holmes’un modern versiyonu. Holmes’un peşindeki Moriarity bile var dizide. Ama benzer o kadar çok dizi var ki kardeşim. The Mentalist ortada dururken Elementary’ye kim bakar. Tamam, bir yapımda en çok görmeyi istediğim zeka pırıltılarının havalarda uçuşmasıdır ama her şeyin de orijnali güzel, haksız mıyım? Bir sezona yakın izledim Elementary’yi ama kesmedi maalesef. Lucy bile tutamadı beni, anlayın artık. Heyecan yok yeterince. Sherlock Holmes hikayelerinde her zaman merak içindesinizdir. Cinayeti nasıl çözecek? Moriarity ne zaman ortaya çıkacak? Kim bu Moriarity? Bu soruları sormak bile gelmiyor içinizden. Forever bile kat kat iyidir Elementary’den. 6.0 puan bence uygun olacaktır bu yapım için.
Entourage – İşte dizi budur, arkadaşlar. Neresinden başlasam bilemedim. Bilmeyenler için, Vince Chase adında en tepeye oynayan orta sınıf bir Hollywood oyuncusu var. Bu elemanın büyük hedefleri mevcut. Hem iyi para kazanmak hem de tam kadro bir Hollywood yıldızı olmak istiyor. Onun her adımında yanında olan 3. sınıf aktör ağabeyi Johnny ‘Drama’ Chase (Kevin Dillon – Matt Dillon’ın kardeşidir ve bana göre bu dizide biraz da kendi hayatını oynamıştır), çocukluk arkadaşları Eric (Kevin Connolly) ve Turtle (Jerry Ferrara) ile Los Angeles’ın altını üstüne getirirler. Ve tabii ki dahi menejeri Ari Gold (Jeremy Piven). Dizi tam anlamıyla Hollywood sinema sektöründe ne dolaplar dönüyor, müthiş bir samimiyetle anlatıyor. Dizinin her bölümünde gerçek oyuncuları, gerçek yönetmen ve yapımcıları, profesyonel sporcuları görebiliyoruz. Entourage’ın yapımcılarından biri olan Mark Wahlberg de 3-5 bölümde bir kendisi olarak kaşımıza çıkıyor. Bir bakıyorsunuz Matt Damon, bir bakıyorsunuz LeBron James. Elimizde mısır patlağı, salonumuzun rahat koltuklarından izlediğimiz dizilerin, sinema filmlerinin prodüksiyonları sırasında ne acayip işlerin döndüğü, oyucuların abuk sabuk kaprisleri, sapık takıntıları gözler önüne seriliyor. En çok hoşuma giden husus da şu oldu; dedim ya birçok aktör gerçek kişilikleriyle dizide yer almış. Ama bir bakıyorsunuz adam eroinman; bir bakıyorsunuz herif düpedüz hayat kadını bağımlısı. Sete bile kiraladığı 3 fahişeyle geliyor. İnanamıyorsunuz. Adam kendini oynuyorsa, bölüm yayımlandıktan sonra polisler kapısına dayanmaz mı diyorsunuz. Tabii ki senaryo gereği ama adamlardaki cesarete bakın. Düşünsenize böylesi bir dizi Memati’nin gıyabi cenaze namazının kılındığı bir memlekette çekilseydi ne olurdu? Karakterler mükemmel bir şekilde yaratılmış. Özellikle Ari Gold için özel çaba sarfedilmiş. Jeremy Piven zaten inanılmaz bir oyuncudur. Cinsel içerikli sahnelerin, uyuşturucu alemlerinin hoyratça kullanıldığını hatırlatmakta fayda var. Burada kesmek durumundayım artık, anlatacak çok dizi var. İzleyin bu yapımı millet. 9.5 veriyor ve yoluma devam ediyorum.
Extant – Oscarlı oyuncu Halle Berry, Extant’ın başrolünde. Bu kadın nasıl Oscar aldı, hala anlamış değilim. Razzie En Kötü Kadın oyuncu ödülünü de kitaplığına koymuştu diye hatırlıyorum Cat Woman’daki üstün(!) performansıyla. Extant çok monoton, çok yavan bir dizi. Hikaye ilginç aslında; yalnız geçirdiği 13 aylık bir uzay gemisi görevinden döndükten sonra hamile kaldığı ortaya çıkıyor kadının. Ama maalesef senaryo ve kurgu öyle yavaş ve sıkıcı ilerliyor ki kadın nasıl ve kimden hamile kaldı, umursamaz oluyorsunuz. Halle Berry’nin yüzünde hep aynı ifade. Kadın üzülse de, korksa da, sevinse de hep aynı surat. Bir kere gülümseme özürlü. Oyuncu kadrosu fena olmasa da oflaya poflaya kendi haline bıraktım diziyi. 5.0 veriyor ve ortamdan uzaklaşıyorum.
Falling Skies – Bir sürü kusuru olmasına rağmen sevdim bu diziyi. Stüdyo çekimleri çok bariz bir kere. Green Box çekimlerini bazen stüdyodan izliyormuş gibi oluyorsunuz. Aksiyon sahnelerinde kullanılan dublörler de kolayca farkediliyor çoğu zaman. Ama hikaye ve senaryo gayet ilgi çekici. Uzaylılar dünyayı istila ediyor ve insanlar da direniş kuvvetleri oluşturarak dünyalarını savunmaya çalışıyorlar. Buraya kadar fazlasıyla klişe gibi görünse de kurgunun akıcılığı, gerilimin asla kesmemesi insanı diziye bir şekilde bağlıyor. Hemen her bölüm sonunda bir sonraki bölümü iple çekmemizi sağlayan havada kalmış bir olay vukuu buluyor. Oyuncu performansları orta seviyede olsa da yaratılan karakterler ve bu karakterlere uydurulan cast optimum düzeyde. 2015 içinde 5. sezonu yayınlanacak Falling Skies’ı izlemeye devam edeceğim; ben ce siz de takılın. 7.5.
Family Guy – Vay anasını sayın seyirciler, diyesim geldi. Family Guy’ı sevmeyeniniz var mı? N’apsak n’apsak diye düşünüp de hadi bir iki posta Family Guy izleyelim, demeyeniniz var mı? 14 sezon, dile kolay. Her bölüm başka bir alem. Sıradan bir Amerikan ailesinin fertlerinin cehaletini, görmemişliğini, egoistliğini, umursamazlığını, tamahkarlığını bu kadar net bir şekilde ortaya bir Simpsons koyar bir de Family Guy. Var olanlar varsa ancak bu ikisinin taklidi olabilir ancak. Family Guy’ın en önemli özelliklerinden biri karakterlere sesleriyle can veren bazı oyuncuların varlığı: Seth MacFarlane (Peter), Seth Green (Chris), Mila Kunis (Meg). Ne söylenebilir ki başka Family Guy’la ilgili bilemedim. 9.5
Fargo – Fargo aynen uyarlandığı sinema filminde olduğu gibi yıkılıyor. Abartısız bir hikaye, akıcı bir senaryo, fiziksel olarak gösterişsiz aktör ve aktristler, müthiş oyunculuk performansları. Billy Bob Thornton (Lorne Malvo), Martin Freeman (Lester Nygaard) ve Allison Tolman’ın (Molly Solverson) ortaya koyduğu sanat ayakta alkışlanır. Sinema filmi ile dizi arasında bazı farklılıklar var tabii. Ama hikaye hemen hemen aynı düzlemde süregeliyor. Martin Freeman (bizim Bilbo Baggins), William H. Macy’nin filmde yarattığı karakteri bazı artılar koyarak mükemmel bir şekilde devralmış. Çaresizlikten ne yaptığını bilmeyen ve her adımıyla hata yapan orta sınıf bir pazarlamacıyı o kadar doğru bir şekilde yansıtıyor ki, sanırsınız Freeman gerçek hayatında da bu kadar pasif, korkak ve kimse tarafından kale alınmayan bir kişiliktir. Billy Bob Thornton çok sevdiğim, özel bir yere koyduğum bir oyuncu. Fargo’daki performansıyla Altın Küre’yi alıp götürürken Fargo da en iyi Mini Dizi ödülünü elde etti. Mini dizi diyorlar ama Fargo o kadar tutuldu ki izleyici tarafından, bambaşka bir hikaye ve karakterlerle 10 bölümlük ikinci sezon için kollar sıvanmış durumda. İzlemediyseniz, hemen, çabucak bulun ve kendinizi Fargo’nun serin ama bir o kadar da yakıcı hikayesine bırakın, diyorum. 9.5.
Forever – Kahramanımız Henry Morgan (Ioan Gruffudd), New York şehir morgunda çalışan 200 yaşında genç bir doktordur. Bir şekilde “ölümsüzlük” lanetine bulaşmış bu arkadaşımız, bu durumdan pek bir müzdarip olduğundan dolayı ölümsüzlüğüne sebep olan ektenleri ortaya çıkarmak için ter dökmektedir. İşin enteresan tarafı, bildiğimiz ölümsüz de değil – çok biliyoruz ya. Yani demek istediğim, vampir kafasında bir ölümsüzlük değil bizimkininki. 200 senelik hayatında defalarca ölmüş ama nasıl oluyorsa her seferinde kendini New York’un serin sularında çırılçıplak vaziyette buluvermiş. Hatta kankası ve sırrını bilen yegane şahıs Abe (Judd Hirsch), çoğu zaman elinde temiz kıyafetler ve havlularla “bizim eleman yine mefta oldu, üşütmesin yavrucak” der misali Henry’yi deniz kenarında bekliyor oluyormuş. Ben şahsen çok sevdim Forever’ı. Ioan Gruffudd çok sevimli, güler yüzlü ve tabii ki iyi bir aktör. House M.D. tarzı; önüne gelen cesetlere şıp diye ölüm nedeni belirleyen süper zeka bir doktor hayal edin, üzerine bir de nazik, efendi bir karakter ilave edin; alın size Morgan M.D.. İzleyicinin kafasını fazla kurcalamadan, komedi unsurlarıyla bezenmiş ama bir o kadar da insanı meraka sürükleyen sevimli bir yapım. Severek takip ediyorum şahsen. 8.0
From Dusk Till Down – 1996 yapımı, yönetmenliğini Robert Rodriguez’in yaptığı bir Quentin Tarantino senaryosu olan aynı adlı filmin televizyon uyarlaması olan From Dusk Till Down filmdeki heyecanı ve aksiyonu aynen yansıtmış mı? Bence yansıtmış. Filmde George Clooney ve Quentin Tarantino’nun canlandırdığı kanun kaçakları Gecko kardeşleri dizide D.J. Cotrona ve Zane Holtz devralmış. Çok da başarılılar. Özellikle Zane Holz’un canlandırdığı rahatsız, psikopat Richie karakterinden tırsmadan edemiyorsunuz. Donuk ve güvensiz bakışları içinizi kaldırıyor. Holz’un performansı müthişti anlayacağınız. Aksiyon sahneleri çok gerçekçiydi. Rodriguez’in ve tabii ki Tarantino’nun izleyiciyi devamlı surette şaşırtmak, dikkatinin bir an olsun dağılmaması ve aynı zamanda da eğlenmeleri için gösterdikleri çabaya bu yapımda da tanık oluyoruz. İki günde hallettiğim dizilerden bir de budur. İlk bölümden itibaren bırakamıyorsunuz, o kadar akıcı bir senaryo, dudak uçuklatan uçuk diyaloglar, inanılmaz! İkinci sezon da yolda bu arada. Aklınızın bir kenarına koyun. 8.5