Yazı dizimizin bu bölümünde her zaman olduğu gibi bu sene yayın hayatına başlayan televizyon dizilerinden iki tanesinin birer kısa tanıtımını yapacağız: How To Get Away With Murder ve Z Nation.
How to Get Away With Murder’ı “Cinayetten Nasıl Yırtılır?” şeklinde Türkçeleştirebiliriz, gayet de güzel olur. Dizinin şu ana kadar 4 bölümü yayımlandı ve itiraf ediyorum sadece pilot bölümünü izledim, biraz önce… İki haftadır bekletiyordum. Yeni sezonu başlayan hit dizilerim vardı, birikmiş dizilerim vardı, daha The Originals’ın ilk sezonunu bitirmemiştim. Afişi de hoşuma gitmemişti; ne biçim afişti o? Bir eli belinde, “hepinizden üstünüm, sizi zavallı karıncalar” nazarıyla bakan bir dudağı yerde bir dudağı gökte Viola Davis’in o pozunu hiç beğenmemiştim. Viola Davis ki o muhteşem film The Help’le Oscar’a aday olmuş sıkı bir oyuncudur. Ama ne bileyim, içimden gelmemişti. Şuna bir bakayım artık dedim ve… fena değilmiş! Hem de hiç fena değilmiş.
Viola Davis, Annalise Keating adında bir ceza hukuku profesörünü canlandırıyor. Keating, üniversitede ceza hukuku dersleri vermesinin yanında fiilen ağır ceza davalarına da giren bir avukat. Kendine ait bir hukuk bürosu var. Okulda kendi seçtiği öğrencilerden oluşan bir grubu, aldığı davalar için çalıştırıyor ve bu sayede bu öğrenciler bir şekilde erken staj yapma olanağına ulaşmış oluyor. Staj dediysem aklınıza son sınıf öğrencileri gelmesin, elemanların hukuk fakültesindeki henüz ilk yılları. Bu arada unutmadan, bu güzide üniversite hocamızın öğrencilerine verdiği bir numaralı ders aynen dizinin adından da anlaşılacağı gibi “müvekkilinizin yırtması için her yol mübahtır!”
How to Get Away With Murder izlemesi biraz sıkıntılı bir dizi. Dikkatinizin bir anlık dağılması bile olan biteni takip etmenizi zora sokabiliyor. Şöyle söyleyeyim, ilk bölümde bir cinayete teşebbüs davası görülürken arka planda kayıp bir kız öğrenci ve Profesör Keating’in 4 öğrencisinin gece karanlığında kurtulmaya çalıştıkları bir ceset mevzu bahis! Bu bölümde – artık ‘flashback’ mi dersiniz, ukalalık yapıp, o geçmiş değil, gelecekten sahneler diyip ‘flashforward’ mu dersiniz, orası size kalmış – zamanda bir ileri bir geri gidiyorsunuz, bu da kafanızın karışmasına neden olabiliyor. Ama pes etmek yok! O kadar da anlaşılmayacak değil. Sözün özü, pilot bölüm itibariyle dikkatimi çekti diyebilirim. IMDb takipçileri 8.3 gibi iddialı bir puan vermişler yapıma, ben ilk sezon bitmeden puanlama yapmayacağım. Bakalım…
Evet, gelelim Z Nation’a. Birçok eleştirmen Z Nation için The Walking Dead’in çakması diyor. Yani… Adamlar “open world – açık dünya” (elemanlar New York’dan taa California’ya doğru yola dökülmüş durumdalar, the Walking Dead personeli gibi buldukları güvenli bir eve, çiftliğe, hapisaneye saklanmıyorlar, bildiğiniz açık dünya dizisi işte) bir zombi dizisi yapmış, makyajlar gayet iyi, zombi kafası patlatma efektleri TWD’e göre çok daha gerçekçi; en azında bıçağı, kazığı bir anda zombinin kafasında oluşan bir kara deliğe sokup çıkarmıyorlar TWD’deki gibi, buradan bakınca adamın sahiden beynini deliyor gibiler. Hikaye desen, en azından bir hikayesi var ve kurgu olsa da çok daha gerçekçi. Buradan, The Walking Dead’e gıcık olduğumu çıkarabilirsiniz. Haklısınız, bu piyasadaki en büyük bütçelerden birine sahip olmasına rağmen görsel efektler açısından her geçen gün biraz daha geriye gidiyor. Yeni sezonun ilk bölümünü izlemedim, umarım zombi kafalarındaki o karadelikleri kaybetmeyi başarmışlardır ve normalde taş gibi sert olması gereken kafatasını artık domatese çatal saplar gibi kolayca delemiyorlardır.
Neyse, konuyu dağıtmayalım. Z Nation’un mevzusu kısaca şöyle, dünyayı zombi virüsü kasıp kavurur. Bildiğiniz gibi bu virüs bir zombi ısırığından bulaşmaktadır. Isırık içinde kalmış bir vatandaşın zombiye dönüşmediğini farkeden kahraman bir Amerikan askeri, “aha bu herif zombi virüsüne bağışık, biz bunun kanından aşı maşı yaparız,” diyerekten elemanı kaptığı gibi en yakın faal virüs laboratuvarına götürmek için yollara düşer. Eleman New York’da ısırılmıştır, labovatuvar ise taa California’dadır. Ayrıca Antartica’da (sanırım) bulunan bir askeri üste tek başına hayatını idame ettirmeye çalışan bir asker de uyduları kulanarak bizim elemanlara yol göstermektedir.
IMDbciler Z Nation’a 5.3 puan vermiş, The Walking Dead’ın puanı ise 8.7! Ayıptır günahtır. Milletin ekmeğiyle oynamayın. Z Nation’un TWD’den hiçbir eksiği olmadığı gibi fazlası var. En azından arada bir güzel espriler yapılıyor dizide. Ayrıca zombi milleti mal gibi sürüne sürüne yürümektense ceylan gibi koşuyorlar sağa sola. Rick efendi gelsin de tazı gibi koşan ‘walker’ları avlasın avlayabiliyorsa. Her şeyde olduğu gibi fanatizm yine ön planda. Şucular bucular her yerde. Kahrolsun fanatizm!
The Knick, yirminci yüzyılın başlarında New York Knickerbocker hastanesinde geçen olayları ve hastane personelinin dönemin yetersizliklerine karşı verdiği mücadeleyi işliyor. Yapımı klasik hastane dizilerinden ayıran bir ton özelliği var. Öncelikle spesifik bir dönemi anlatan bir drama. 1900lü yılların başında başta ırkçılığın tavan yaptığı, sonraları büyük savaşa sürükleyecek yoğun politik çalkantıların Birleşik Devletleri de derinden etkilediği yıllardan bahsediyoruz. Dizi, bütün bu karmaşanın arasında ciddi ciddi tıp tarihi dersleri de sunuyor izleyiciye. O dönem ameliyatların hangi koşullar altında, nasıl da deneme yanılma usulüyle yapıldığına şahit oluyoruz. Derilerinin renklerinden ötürü beyazların hastanelerine kabul edilmeyen siyahi hastaların dramı yürekler acısı. Bir de kadavra savaşları var ki inanılmaz. Üniversite hastanesinde eğitim amaçlı kullanılacak kadavra ihtiyaçları nasıl karşılanıyormuş, öğreniyoruz. Ambulansçıların, kendi hastaneleri için aparmaya çalıştığı hastalar için birbirleriyle girdiği çirkin rekabeti izliyoruz. Beğenmediğimiz şimdiki devlet hastaneleri için şükrettiriyor dizi, o derece.
The Knick’in baş yapımcısı ve yönetmeni Steven Soderbergh, başka söze gerek var mı? Madde bağımlısı Dr. John W. Thackery rolünde izlediğimiz Clive Owen’ın muhteşem performansı görülmeye değer. Sanatsal ve teknik açıdan benzerlerinin bir kaç fersah ilerisindeki bu yapımın, senenin dizisi ödüllerini toplaması gerek diye düşünüyorum. Dizinin ilk sezonu 17 Ekim’de yayınlanan onuncu bölümüyle sona erdi. Söyleyecek çok da fazla bir şey yok, izlenmeli, şiddetle tavsiye ediyorum.
Bir yıldırım çarpmasıyla komaya giren ve 9 ay sonra uyanan bir olay yeri inceleme uzmanı olan Barry Allen (Grant Gustin), bir anda bir süper kahrama dönüşür! Ne hikaye ama!
The Flash, Arrow gibi bir DC Comics uyarlaması. Ayriyeten, Arrow’la aynı evrende geçiyor ve eş zamanlı olarak ilerliyor. The Flash ve Arrow, birbirlerine konuk da oluyorlar. Aman ne manalı ne manalı… Neyse tarafsız olmam lazım. Çizgi roman hayranları kızmasın bana. Ben “Teksas”, “Tom Miks” neslinden geliyorum. Zagor’un “Ahyaaaaaaaaaaaaaak” haykırışlarıyla büyüdüm. Konyakçı’yla Doktor Sallaso’yla kadeh tokuşturdum. Çelik Bilek’in kırmızı urbalıları sopalarken zevkten dört köşe olan bir jenerasyonun üyesiyim. Uçan, kaçan adamlar bizi bozar. Tarkan’ın Orta Asya bozkırlarında at koşturduğu dönemleri bilirim ben. Karaoğlan’ın zamparalıklarıyla tanıdım seksi. Bizim zamanımızda Batmobil de yoktu, tayt giymiş aseksüel elemanlar da. (Yuh, bu ne öfke be kardeşim!)
Her neyse, kısaca The Flash, kötü adamların düşmanı, iyilerin dostu, garip köstümlü, efemine görünümlü genç bir çocuğun bir yandan yeni kazandığı süper hızlı olma özelliğinin sınırlarını keşfederken, bir yandan da annesinin katili olarak mapus damına düşmüş babasını kurtarmak için gerçek katili bulama çabalarına girmesini işleyen yavan bir dizi. Çok meraklısıysanız izleyin ama 3 bölüm yetti bana.